20 Mayıs 2009 Çarşamba

L-u-t Kavmi Kente İnerse!..// Hamuş

Bulanık olmayan, tek-anlamlı işaretler ve otomatik ikili sınıflandırma arayışı var olan iktidarla çok açıktan bağlantılıdır ve aynı onun gibi eleştirilebilir…” Internatinale Situationniste-arşiv belgeleri


Eski bir deyimdir: ”tıpkı Lut’un eşi gibisin”!..aslında Lut’un eşi sadece halkının bıraktığı “radikal” izleri takip etmişti, kendini hep masum ilan etti ama bir türlü içinde bulunduğu “aşkın” durumu ve onun sonucu oluşan haz ve ardından günümüzde “sefahat” olarak adlandırılan ve aslında “sefih” sözcüğü kökenine dayanan bir çeşit “divaneliği” ve terimin nihai menzilini asırların zihnine bir türlü anlatamadı. Biçimsellikten öte bir yaşam tarzının izdüşümünde yol alan, tıpkı tarihi Pompei üslubu gibi..
Dostoyevski’nin “suç ve ceza’sı, “haz ve ceza” biçiminde yazılmıştı: Her şey ”birdenbire” oldu ve “anında sönüveren” bir meşale gibi bir yok oluşun öyküsüydü, olup biten her şey..
Her iki halk ve anlayış bütün “kadim” metinlerde sert biçimde lanetlenmiş, mürtet (red edilmiş) ilan edilmişler.
Oysa 1968 kuşağının ulaştığı “oyun-vari” “uç” varoluşa, bu “lanetlenmiş” kavimler binlerce yıl öncesinden ve çoktan ulaşmışlardı bile. Sümer, İon, Hititler, Hurriler vs..medeniyet bahçeleri bu tarihi zincire eklenen (felsefi) halkalardı; gidebildikleri kadar gittiler, yoruldular..düştüler, düşürüldüler…Atina okulu ve sonra Diyonysos izleği çok sonralar ortaya çıkar. Günümüz düşünce ekseni, tarihi aklı gereğince eleştirmez, her şeyi, her radikal, aykırı mitolojik kökeni Roma ve Atina okuluna bırakarak kendini kurtarır.
“Adalet, Demokrasi, Özgürlük, özgünlük, Kanun ve nerdeyse politik teori dahil tümü, ama tümü Atina’nın keşfidir” der Avrupa zamiri. Batı dünyası aykırı yaşam, aşkın yaşamın gün doğumunu da hiç sıkılmadan hep aynı yer olarak gösterir. Oysa Atina okulunun yarım adım ötesinde kirli, pis bir ahlak idealizminin savaşı verildiğini es geçer çağdaş tarih. “Hakikat ve Suret” sloganı o yıllarda Atinalıların dilinden düşmezdi gelin görün ki hakikatten boşaltılmış bir savurganlıktı bu slogan ve bilimin ilerleyişini tam 2000 yıl geciktirdi. Sonunda olmadık yakıştırmaları, iftiraları Sokrat’a yükledi, onun eleştirel duruşu ölüm cezasıyla taçlandırıldı.
Sümer, İon,.., girizgahı ve onca söylence, tarihi kanıtlar ve aktarımlar ve mitolojik kaynaklar neyi anlatır durur ki? Her tür sınırdan arınmış bir yaşam biçimini mi?-daha fazlasını-belki!..

‘ 68 baharında Paris’in orta yerinde o meşhur heykelin yüzüne örtünen kırmızı eşarbı hangi rüzgar oraya savurmuştu? Yoksa 1950’li yılların sonunda sahneye çıkan lettrist Inernational mıydı ilk tuğlaları yerleştirenler? O hakları, haklılıkları 1968 sürecinde en çok gasp edilenler, unutturulanlar, 68 baharında eğer Sitüasyonistler’in dile getirdikleri olgular, o eleştirel düşünce ve dil, sonra iktidarların çarpıttığı sözcükler iş yapar hale getirtilseydi, yine onların deyimiyle aynı iktidar odağı ”çalıntı mallarla” (terimler, kavramlar, kuramlar) asla beslenemezdi, çünkü 68’in ruhu buna çok müsaitti ve öyle de oldu. Pier Paolo Pasolini’yi kim eleştirirse eleştirisin, 68 baharı konusundaki görüşleri ve bu hareketi ironik gülüşlerle karşılayan tavırlarının büyük haklılığını bugün kimse inkar edemez.

Karga-art sergi salonu çoğunluğunu S.E.T(Sürreal Eylem Türkiye)üyesi ve K.U.P(Kadıköy Underground Poetix) desteği-katılımıyla oluşan sanatçı listesiyle “Müstehcen” başlıklı sergi ve performansa ev sahipliği yaptı. Sergi Rafet Arslan ve Şenol Erdoğan’ın koordinasyonunda gerçekleşiyor (15 Mayıs-31 Mayıs 2009).
Karga-art’ın son dönelmedeki en “vurucu”,”çarpıcı” sergilerinden, etkinliklerinden bir tanesidir bu sergi.
Bu etkinlikte Walter Benjamin’in dediği gibi “dişi satirler ve su perileri “ anlatılmıyor çünkü onlar artık ‘insan ailesinden değiller’ ve hiç bilinmeyen bir kaya parçasına bırakılmışlar.
Ne de Baudelaire’nin taptığı o “gece kubbesi” kadınlar vardı, ama onun “ kederler vazosu” ve “büyük sessiz kadınları” olarak adlandırdıkları oradaydı. Performansın ilk sahnesinde aynanın karşısına geçerek, yalancı tüm aynalardan doğruyu talep eden bir kadın daha vardı…ve Kafka’nın “dönüşüm” yapıtından fırlayan bir başka varlık daha, izleyicilerin rahatını, huzurunu bozan, dikkati özellikle dağıtan “varoluş”.
Performans üzerine şunları aktarabiliriz: içeriği, performans katılımcısı sanatçıların çabası, tek sözcükle her anı, her karesi olağanüstüydü. Sahne etkinliğinin bir bölümünde yine-adeta- Walter Benjamin’in “Doktorun Gece Çanı” adlı kısa yazısının canlı provası sahnelendi:
“Cinsel tatmin insanı sırrından kurtarır. Bu sır cinsellik değildir ama cinsel tatmin sayesinde, belki de sadece onun sayesinde-açıklığa kavuşmaz-tahrip olur. Sır, insanı hayata bağlayan zincire benzetilebilir. Kadın bu zinciri koparır; erkek, hayatı sırrını yitirdiğinden artık ölmekte serbesttir. Bu sayede de bir yeniden doğuma kavuşur. Nasıl sevgilisi onu annesinden büyüsünden kurtarırsa, kadın da onu Toprak Ana’dan kelimenin tam anlamıyla koparır-doğanın gizemiyle örülmüş göbek bağını kesen bir ebe..”

Sahnenin hemen yanı başında sanatçılara canlı sunumlarıyla eşlik eden müzik grubunun(ZIBIKA: doğaçlama müzik..) çalışmaları performansa (Sarkık Solucan-grubu) ayrı bir renk ve değer kattı.
Yerellikten evrensele uzanan def, ney, santur, gitar ve vurmalı çalgılar beşlisi bir ucu arkaik döneme varan nota birikiminden izler taşıdılar izleyicilere.
Bir kavram, üstelik bizim topraklarda bunca sorunlu, hala anlaşılmaz bir sözcük olarak duran “Müstehcen” kelimesi(yara) ancak bu kadar her türlü “ucuz” kışkırtma durumdan sıyrılarak, ayıklanarak anlatılabilirdi. Bu kentte bir Bienal süreci için milyonlarca doları ber-hava eden zihniyetler keşke gelip bu her türlü maddi destekten, gürültüden, reklam şamatasından, kent direklerine asılan reklam bombardımanından yoksun biçimde gerçekleşen bu mükemmel sunumu görebilselerdi… Ve bir grup genç sanatçının nasıl da yürekleriyle, magma fışkıran varoluşlarının her zerresiyle sergiledikleri performansa bir “tanık” sıfatıyla dokunabilselerdi. Doğrusu insan şunu da düşünmeden edemiyor: iyi ki bu kuşak Bienal’in içi boşaltılmış kavramlar ve kuramsal yönelimi göz ardı edilmiş ve artık sanatın “öteki” yüzüne katkıdan arındırılmış başlıklarından uzak ve bağımsızca duruyorlar.
”Diklenmek” gerçeklik sınırlarında “yalan” perdesini ancak böyle yırtabilir.
Ten ve Kutsal, Ten ve Anlatım, Ten ve Parçalanmışlık, Ten ve İnkar, güç ve haz, haz ve sefahat, Ten ve İtiraz, Ten ve İsyan ve bütün bu kavramlar asil bir soyutlamayla ve yer yer alegorik anlatımlarla alışık sinekadrajın dışına taştı durdu..
Ve sonunda tek bir soruya indirgendi tüm süreç, performans’ın en can alıcı, nirengi sahnesi olarak çıktı karşımıza:
Kadın soruyor:
-“Ben” çok mu komiğim?
Erkek bir köşeden haykırarak yanıtını yapıştırıyor : “sen müstehcensin!”
Burada kullanılan “müstehcen” kelimesini biz sözcüğün kökenine atıfta bulunarak “açık, saçık”,”edepli” olmayan anlamında değil, “noksan”, “kusur” kökenine ters bir vuruş ve işaretle bir çeşit kusursuzluk durumunu, dışlanmanın kazındırdığı mahcubiyetin farkındalığıyla algılıyoruz.
Bu sahne aslında binlerce yıllık bir hesaplaşmanın da aynası idi.
Ne ki teori hazzın analizinde inanılmayacak öçlüde bir eklektisizmin içinde geziniyor hala.
O sahneyi, ve kadını hala “noksan” gören ve onu sadece sistemin acımasız dişlisi arasında harcayan ve her türlü insani algıdan, olgudan arındıran bakışla bir haz ve reklam “unsuru” olarak gören neo liberalizmin foyasını cesurca tokatlamaktı. Sorunun sınıfsallığına işaret ediyordu. Rosa Luxemburg’un serkeş ruhunu canlı tutma manevrasıydı.
Öte yandan, cinsel olan, sanatın temelinde yatmakta ve hem sanatçının kaderini hem de onun eserinin karakterini belirlemektedir. Bu bakış açısını yoğunlaştırırsak ne görürüz? Sanatsal biçimin etkisi tamamen kavranmaz hale gelir.
Bu etki aslında vazgeçilebilecek ve özel bir öneme sahip olmayan bir ek olarak kalmaktadır. Bu durumda yukarıda işaret edilen haz ise adeta sadece bilincin kendi içinde katlanmasını ve kendi kedine karşı koymasını hazırlar, işte tam bu noktada trajediyi görür ve yaşarız, fakat aynı zamanda kendi kendimize bunun gerçek olmadığını, sadece görünüşte olduğunu düşünürüz. Ve asıl haz kaynağı bir bilinç durumundan diğerine bir geçişte yatmaktadır. Sanatsal olan ve sanatsal olmayan performansı, içindeki öykü farklılığı gösterir, plastik sanatlar ortamımızda benzer etkinlikleri ve boş laflar, uzun pornografik duruşları da ortam çok gördü, tümü bir türlü tatmin olmamış ve doyurulmamış arzuların, ölçüsüz isteklerin türeviydi. Estetik hazzı vurgulayan kıvılcımlar ise sanatçıda da, izleyicide olduğu gibi gerçek haz kaynağını gizleyen fakat bu haz kaynağının etkisini de güvence altına alan ve güçlendiren sadece bir ön haz olduğunu açık bir dille ifade eder…

Sergiye eşlik eden bir diğer görsel şölen ise dijital ortamda hazırlanan bir kısa filmdi.
Filmi genç ve umut vaat eden sanatçı Zeynep Özkazanç hazırlamıştı. Bir bebeğin anne rahminden çıkarken attığı çığlığa ve insanoğlunun serencamına derin ve anlamlı (psikanalitik) bir yorum getiriyordu...Video Art’ı bir kulakları tırmalayan gürültü nesnesi değil, tam tersi görsel ve düşünce akışı şölenine dönüştüren bir olgu olarak algılayabilme potansiyelini gösteriyordu.

Sergiye yapıtlarıyla katılan tüm sanatçıların işleri bir bütünün parçaları gibi, sergi başlığını tam-eksiz olarak dolduruyor.
Arjantin’den katılan üç sanatçının(birer işleri) yapıtları sergiye ayrı bir “tat” katıyor.
Türkiye’de sessiz-sedasız ve kuru gürültülerden uzak çok iyi işlerin gerçekleştiğine dair en önemli kanıtlardan bir tanesi işte bu sergi ve performans bölümüdür…

HAMUŞ

Metnin Kaynağı: http://borgesdefteri.blogspot.com/2009_05_01_archive.html#4780156128006626951

http://borgesdefteri.blogspot.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder